Ali Sarımert, “Bu biz miyiz ya da kimiz”
Bizim çocukluğumuzda annelerimiz çalışmazdı. Okuldan eve gelindiğimizde boynumuzda ki anahtarla kapıyı hiç açmadık. Annem evimizin bir parçası gibiydi, hep evdeydi. Her yere birlikte giderdik, zaten öyle çokta gidilecek yer yoktu ki… En büyük eğlencemiz sokaklarda oynamaktı. Sokakta oynamak diye bir kavram var yani. Cafelerde, alış-veriş merkezlerinde buluşmazdık. Okula arkadaşlarımızla gider, birlikte çıkar, oynaya zıplaya yürüyerek gelirdik. Servis falan yoktu. Ayakkabılarımız eskirdi. Hatta öyle olurdu ki; çantalarımızı kaldırımlara koyar oyuna bile dalardık.
Annelerimiz bu durumu bildiklerinden kardeşlerimizle bizlere ekmek arası bir şeyler hazırlar gönderirdi. Mahallemizde ki teyzeler annemiz gibiydi. Susayınca girer evlerine su içerdik ya da pencereden bize bir sürahi bir bardak uzatırlar, hepimiz aynı bardaktan kana kana içerdik. Kısacası evine gidip gelen (…ki sadece tuvaleti gelen giderdi evine) elinde mutlaka yiyecekle dönerdi. Anneleri o arada çocuğuna verdiği şeyden bizlere de gönderirdi. Bu bazen bir kurabiye, bazen bir meyve olurdu. Cebimizde harçlığımız olduğunda düşmesin diye çıkarır çantamızın üstüne koyar oyun bitince geri alırdık. Çok garip ama kimse almazdı. Sokaklarımız evimiz kadar güvenli idi. Düşünce kaldırırlar, kavga edince barıştırırlardı bizi…
Polisler gelmezdi kavgalarımıza, zabıtlar tutulmazdı. Sonra kavgalarımız da öyle ustura, falçata ile olmaz, onlar nedir bilmezdik bile. Asla kanla falan da bitmezdi, en fazla saçlarımızdan çeker, hayvan adları sayar, tekme atar, yine oyuna dalardık. Birbirimizin suyundan içer, elmasına diş atardık. Misket oynamaktan parmaklarımız kanar yine de mikrop kapmazdık. Azar işitip acil servislere taşınmazdık. Düşerdik, hamur yoğurur gibi basarlardı alnımıza oyuna devam ederdik. Röntgenlere, ultrasonlara girmezdik. Ben bizim çocukluğumuzu çok özledim. Bugün sokaklarımız ruhlaştı sanki. Biz evimizi kendimiz temizlerdik, kapı silmece; bilmem kaç kuruşluk hepimizin elinde bezler, güle oynaya bitirirdik işleri.
Şimdi evlerimiz var, içinde yaşayan yok. Parklarımız var içinde oynayan çocuklarımız yok. Ama her yıl sökülüp yenilenen kaldırımlar, lüks binalar, ışıl ışıl vitrinler, girip çıkan sadece elbiselerini taşıyan insan vücutları… Selamsız, günaydınsız hatta tebessümsüz geçişen, yürüyen elbiseler… Ruh yok buz gibi buz. Bu biz değiliz… Şimdi ne tahta iskemlelerinde oturan yaşlılarımız var sokaklarda, ne de onlara ‘dede’, ‘nine’ diye tebessümle hatırını soran çocuklarımız. Yok oldu bu güzellikler. Parklar veya banklarda oturup etrafına bakınan yaşlılarımız var elbette. Ama yanlarından geçenler donuk bir bakış atıyor tanıdık birimi oturan diye. Oturan da aynı donuklukta ‘kimdir bu acaba’ diye.
Ben kapılarında ‘vale’lerin’,‘bady’lerin beklediği yerlerden hep korkmuş çekinmişimdir. Kapısını çarparak örtüyor diye çocuğuna kızan, aile fertleriyle hiç muhabbet etmeyen, anne-babasına tavır takınan, istediğini olumsuz tavırlarıyla yaptıran, internet başında hiç görmediği, tanımadığı insanlarla oyun oynayıp çetleşen, evini otel, annesini de hizmetçi mantığıyla değerlendiren bu yaşayış ters geliyor bana. Benim değildir bu kültür. Ne ruhuma, ne kültürüme ne de cüzdanıma hitap ediyor. Nedir bunlar? Reklamlarla desteklenen, beyni ve ruhu ele geçirilmiş insanlar olduk. Birbirimize yabancı, yalnızlıklarımızla yaşar olduk. İyi de neden böyle olduk? Biz mi istemiştik? Yoksa birileri mi böyle istedi. “Her toplum hak ettiği gibi yönetilir” derler ya, hak ettiği gibi de yaşar diyelim mi? Bilmiyorum. Ama şunu söylüyorum: Din hizmeti vermekle görevli olan bizlerin bunda payı çok olsa gerek.