İpin ucunu fazla kaçırmak
Çok tuhaf bir millet olduk çıktık. Ne üzülmeyi ne sevinmeyi ne eleştirinin boyutunu, ne yaptıklarımızla övünmenin boyutunu, nede ağzımızdan çıkacak sözün ölçüsünü biliyoruz. Daha doğrusu hepsinde aşırıya kaçmayı ve üstelik bunu adet edinmeyi başardık enin de sonun da.
Ekonominin boyutu ortada iken siyasilerin Almanya, Fransa, ABD benzin bulamıyor söylemi ne kadar inandırıcı değilse de, sporda rekorlar kırdık, ortalığı alt-üst ettik, bütün madalyaları sildik süpürdük sözleri de aynı derece inandırıcılık içermiyor. Yani Türkçesi yalan söylemeyi haddinden fazla abartır hale geldik.
Konuyu nereye getireceğimi merak ediyorsunuz biliyorum az daha sabredin. Beni çok iyi anlayacağınıza inanıyorum.
Üniversiteye giden bir kızım var ve kalacak bir mekan, KYK yurdu bulamadık. Başvuru yapmamıza ve gerekli bütün şartları taşımamıza rağmen KYK başvurumuz kabul görmedi, daha doğrusu torpillilerden biz emekli, işçi ve asgari ücretli ailelere, “sizlerin durumu gayet iyi. Ne diye yurt başvurusu yapıyorsunuz” diyerek reddedildik maalesef.
Ama diğer yandan iki evi olan, dönüm dönüm fındık bahçesi olan, altında iki arabası olan ve Karasu merkez ve sahilde olmak üzere iki dükkanını kiraya veren bir vatandaşın kızına KYK yurdu çıktı iyi mi! Benim çocuğum gibi mağdur olan binlerce aile var. Yani adaletin ve ahlakın ve tabi ki vicdanın mumla arandığı bir ülkede yaşıyorsanız ki öyle, bunlar normal diyenlerinizi duyar gibiyim…
Kızına yurt çıkan ayrıcalıklı vatandaşımız “Allah bu millete, devlete, hükümetimize zeval vermesin, tutuğunu altın etsin” diye bulunduğu her mekanda yüksek sesle dua edip, içtiği Fransız kahvesini fötürdetiyor, bense gözyaşlarımı içime akıtarak ve yine içinden en galiz bedduaları ve küfürleri savuruyorum. O vatandaşla aramızdaki fark o bağıra bağıra hükümetin reklamını yapıyor herkes duysun diye, bense kimse duymasın diye içimden haykırıyorum bu haksızlığa. Onun elinden bir şeyler geliyor ya da gelmiş yapmak için, ama benim elinden hiç bir şey gelmiyor maalesef ve tabi ki vatanımıza, bayrağımıza yürekten bağlı olduğumuz için nasip kısmet deyip kaderimize razı oluyoruz. Nasıl kaderse!
İki örnekte de gördüğünüz üzere ikimizde ipin ucunu fazla kaçırıp abartıyoruz. O sevinmesini bilmiyor ben üzülmesini yani.
Şimdi asıl konumuza geçelim. Milli takım bir haftada üst üste iki maç oynadı. Kendi evimizde oynadığımız Norveç maçında 1-1 berabere kaldık. Deplasmanda Letonya’yı 90+9 var sisteminin yardımı ve penaltı golü ile 2-1yendik. Dünya kupasına gitme şansımızı evimizde berabere kalarak çok büyük oran da kaybetsek de, dış sahada aldığımız galibiyetle de şansımızı rakiplerimizin oynayacağı maçlara bıraktığımız da ortada.
Biz kalan iki maçımızı, Karadağ ve Cebelitarık maçlarını kazanıp son hafta da oynanacak olan Hollanda-Norveç maçı bizim Dünya Kupasına gidip gitmeme şansımızı büyük ölçüde belirleyecek. Tabi birde şu durum oluştu. Bizim kalan iki maçımızı çok gol atarak kazanmamız gerekiyor averajımızı artırmak için.
Gelelim kazandığımız Letonya maçına. Letonya takımı bize göre kahvede okey oynarken oyundan kaldırılmış ve bir futbol ekibi diye sahaya sürülmüş bir mahalle takımı görüntüsünde idi. Kendileri ellerinden geldikçe çok büyük savunma yaparak ve zaman zaman üç beş pas yapıp futbol oynamaya çalıştılar yine de ve başarılıda oldular. Biz ise 85 dakika pozisyon üretmekte zorlandık, hangi sistemle oynadığımız belli olmadığı üç beş pas bile yaparken hata yaptığımız bir oyun sergiledik. Hakan Çalhanoğlu’nun ve Burak Yılmaz’ın iki kadroda da yer aldığı ama oyunda var mıydılar yok muydular ve hiç bir üretkenliği ve tabi ki takım oyununa sıfır katkı yaptıkları iki oyuncumuzdu. Buna rağmen son maçı kazanmak yine de güzeldi elbette. Letonya maçında son beş ve uzatma dakikalarında milli takımımız ortaya kazanma adına çok büyük bir mücadele ve çaba sarf ettiler buda bir gerçek. Oyun demiyorum bakın, mücadele ve çaba sarf ettiler diyorum. 90+8 Burak Yılmaz’ın büyük bir gayretle rakip ceza sahasına taşıdığı pozisyonda düşürüldü. Müsabaka hakemi, devam kararı verdi. İtirazlar ve oyuncularımızın baskısı ve tabi ki VAR sistemi devreye girdi. Hakem VAR’daki görüntüyü bir kaç kez izledikten sonra penaltı olduğuna kanaat getirdi ve penaltıyı verdi. Aslında şöyle desek daha doğru olur. Burak bu penaltıyı aldı. O temdit penaltısıydı ve o penaltıyı kullanmak her oyuncunun karı değildi tabi. Büyük bir risk taşıyordu ve gol olmaz ise sonunda her türlü tenkide maruz kalmak vardı. Burak bu riski göze alarak penaltıyı kullandı, gölü de attı ve tabi ki Dünya kupasına gitme şansımızı çok az da olsa sürdürdü.
Buraya kadar her şey güzel. Bunlar futbol oyunun da var olan şeyler.
Asıl konu şu değerli okuyucular. Son oynadığımız maçta dahil olmak üzere Burak Yılmaz’ı eleştiren daha doğrusu tribünlerde ve evlerimiz de TV başında izleyen bizler ağız dolusu galiz küfürler savurduk durduk, saç-baş yolduk. Kadroyu kuranları eleştiren ve iş bilmezlikle suçlayan bizler, o 90+9 kullandığı penaltıyı gole çeviren Burak Yılmaz’ı bir anda milli kahraman ilan ettik. Sosyal medya övgülerle yıkılıyor günlerdir. Sövgülerle yerden yere vurduğumuz Burak Yılmaz’ı bir anda yere göğe sığdıramadık sığdıramıyoruz vesselam.
İşte böyle değerli okuyucular. Yani bizim millet olarak sağımız solumuz, huyumuz suyumuz belli olmuyor. Hain dediğimiz bir anda kahraman, kahraman dediğimiz bir anda hain oluyor. İster gülün ister ağlayın durumumuz bu.
Biz ne ara bu hale geldik demiyorum. Biz bu hallere bağıra bağıra, davul zurna çala çala geldik. Ama kimin umurundaki değil mi? Nasılsa günü ve oynadığımız maçı kurtardık. Gerisi hava civa…
Teknik adamımız Kuntz’un ise döktüğü gözyaşlarına başka bir yazıda enine boyuna değineceğim.
Selam ve dua ile