Köşe Yazıları

Ayıptır, yazıktır, günahtır  

 

Kısaca, “bilhassa devletin içine nüfuz etmeye çalışan fethullahçılar başta olmak üzere, bütün tarikat faaliyetlerinin denetim altına alınması,” “Yasalarda belirtilen, kılık kıyafet kurallarına uyulması,” “Yeşil sermayeye kısıtlama getirilmesi” ve “İrticai faaliyetleri sebebiyle ordudan atılanları savunan ve orduyu din düşmanı gibi gösteren medyaya, çeki düzen vermeyi” amaçlayan kararların alındığı toplantının adıydı, 28 Şubat kararları…

***

Devletin yasal organı MGK’nın, 9,5 – 10 saat gibi süreç sonunda, aldığı kararlardı…

***

Halkın oylarıyla seçilmiş Cumhurbaşkanı başkanlığında, Başbakan, Başbakan yardımcısı, Milli Savunma Bakanı, kuvvet komutanları gibi devletin tüm organlarının temsilcilerinin, birlikte aldığı tavsiye kararları bir ay sonra 13 Mart 1997 tarihinde, Bakanlar Kurulu tarafından onaylanmıştı…

***

Liseyi okumak üzere gittiğim İskenderun’da subay olan ağabeyimin yanında üç sene, çocuğu, eşi, anası, babası hakkında fikir sahibi olduğum deniz subaylarıyla iç içe, Polatlı ve Keşan‘da, teğmenlik rütbesi alıncaya kadar sürdürdüğüm yedek subaylık askerliğimde ise, 18 ay gibi uzun bir sürede de kıtada olmak üzere, toplamda 5 seneye yakın iç içe yaşadığım subay camiası İskenderun’da modern aile yaşamıyla, Keşan’da ise bu ülkenin birliği, geleceği ve Atatürk devrimlerinin yılmaz bekçileri olarak yemin etmiş insanlar olarak her şeyi, yasalara, anayasaya uygun olarak kararlar almışlardı, 28 Şubat 1997’de…

***

2002’de iktidar olan ve geçmişte kendilerine yapıldığı zulüm (?) iddialarına karşı, (İntikamcı) AKEPE zihniyeti, varmak istediği “İslam Devleti” hedefi için, (Atatürkçü)

Türk Ordusu önünde, en büyük engeldi…

***

Mecliste kurdukları, “Darbeleri Araştırma Komisyonuna”, dönemin Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel davet edildiğinde sorulan, “Postmodern Darbe” tanımına katılır mısınız sorusuna, “Ne darbesi kardeşim… Meclis yerinde, hükümet yerinde, anayasa yerinde dururken, darbeden söz edilir mi” cevabına rağmen, Başbakan Yardımcısı Tansu Çiller yine aynı komisyona, “ne cebir, ne şiddet, ne de tehdit görmedik” ikrarına rağmen, yine MGK Üyesi Milli Savunma Bakanı Turhan Tayan’ın, “bu kararlar alınırken, TSK mensupları, gayet medeni, insancıl ve saygındılar” açıklaması yaparken, yine Erbakan’ın sağ kolu, Şevket Kazan, “şikayetçi değilim” derken, “SEN (!)” tutuyorsun, bugün fetö üyeliğinden 17 yıl hapis verilen dönemin Ankara Cumhuriyet Savcısı Mustafa Bilgili’nin hazırladığı iddianame ile yaşları 73 ila 89 arasında değişen, Türkiye Cumhuriyeti’ne, “Vatanın ve milletin bölünmez bütünlüğü üzerine yemin etmiş” TSK’nın şerefli generallerine, en ağır cezaları vererek, onlar için artık “Beton mezarlığa” dönüşecek cezaevine gönderiyorsun…

***

Üstüne üstlük cezaevinde de, elinden geldiğince insanlığa sığmayan davranışlarla, örneğin, Tümgeneral Erol Özkasnak Paşa’nın, bir gözünün kör olma tehlikesine karşı, (eski adı GATA) olan hastanede aldığı tedaviyi ve mutlak ameliyat olması gerekir kararına rağmen, “GATA da yapılması uygun değildir (!)” diye başka bir hastaneye yapılan sevk sonrası, o hastanenin de “ekipman olmadığı için ameliyat yapamayız” diyerek, ömrünü Türkiye Cumhuriyeti’nin birlik ve bütünlüğüne adamış Özkasnak Paşa’nın gözünün kör olmasına bile bile yol açıyorsun…

***

Evet… Bilhassa Erbakan’ın başbakanlığı döneminde, bazı askerler zaman zaman ayağa kalkmayarak, zaman zaman koltuklarında kaykılmış oturarak, el kol hareketleriyle ve alaylı

gülüşleriyle, yanlış davranarak nezaketsizlik örneği sergilemişlerdir…

***

Doğru… Ama bunun cezası, ömrünü misakı milli ile çizilen, Türkiye Cumhuriyeti’nin sınırlarını namusları gibi koruyan bu askerlere, “fetö puştunun” kuklası olmuş, cumhuriyet savcılarına ve hakimlerine hazırlatılan iddianamelerle, onları 80’li yaşlarında, ölüme terk edecek kadar ağır olmamalıydı…

Bu, nasıl bir öç alma? Bu, nasıl bir intikam duygusu?

Ayıptır!

Yazıktır!

Günahtır!